MusicPlaylistView Profile
Create a playlist at MixPod.com

The Dark Knight Rises

The Dark Knight Rises

 


Vakit tamam. Nolan’ın muhteşem Batman üçlemesinin kapanışı sonunda sinemalarımıza konuk oldu. Ve ben de ülkemizdeki ilk gösterimlerinden birine gitmiş ve izlemiş ve dahi sindirmiş olarak The Dark Knight Rises ve genel olarak Nolan’ın Batman üçlemesi hakkında uzun ve detaylı bir yazı yazmaya karar verdim.



Üçlemenin son halkasını 4 yıldır bekliyordum. Yani The Dark Knight’ı izledikten sonra. Nolan, Batman’i bir üçlemeyle nihayete erdireceğini açıklamamıştı gerçi, hatta Warner Bros.’un ısrarlarına rağmen üçüncü filme pek sıcak bakmıyordu. Fakat efsanenin böyle bir cliffhanger’da bitmeyeceğini hepimiz tahmin ediyorduk. Joker, yakalanmış, Harvey Dent/Two Face, yani Gotham’ın umudunun sembolü ölmüş ve Batman de bir kaçaktı. Nolan, hikayeyi burada noktalayamazdı. Heath Ledger’ın ani ölümüyle Joker’in üçüncü filmde olmayacağını hepimiz biliyorduk. Sırada hangi düşmanlar vardı? İlk önce Philip-Seymour Hoffman’ın adı geçti The Penguin olarak. Sonra Catwoman söylentileri dolaşmaya başladı. Johnny Depp’in The Riddler olacağı söylentisi yayıldı, daha sonra iMDb’de Doug Jones, The Riddler olarak eklendi (filmin ismi henüz The Dark Knight Rises değil de Untitled The Dark Knight Sequel iken). Bu sıralarda Nolan, Inception ile ilgilenmekteydi. Ne zaman ki Inception gösterimden kalktı ve resmi olarak son Batman filminin hazırlıklarına başlandığı söylendi, o zaman esas heyecan başladı. Villain tarafında Bane’in ve Catwoman’ın olacağı ve Bane için Tom Hardy’nin, Catwoman/Selina Kyle için ise Anne Hathaway’in seçildiği öğrenildiğinde herkes büyük bir şok yaşadı. Çünkü insanlar Joker gibi bir karakter bekliyorlardı, kaotik, anarşist ve tahmin edilemez. Bane’in seçildiği duyulunca akıllara hemen, meşhur Batman öykülerinden Knightfall geldi. Knightfall hikayesinde, Bane baş düşmandır. Önce Batman ile bire bir dövüşür fakat yenilir. Ardından kurnazca bir plan yapar. Önce Batman’i psikolojik ve fiziksel olarak yormak isteyen Bane, Arkham Akıl Hastahanesi’ndeki bütün mahkumları (Joker, Scarecrow, Riddler, Penguin, Poison Ivy ve daha niceleri) salıp, Gotham’ın sokaklarını sular altında bırakır. Böylelikle Batman, bu suçluları teker teker Arkham’a tekrar tıkmaya çalışırken fiziksel ve psikolojik olarak yorulur. Böylelikle Bane, Wayne Malikanesini basar ve Batman ile tekrar karşılaşır. Bu karşılaşmanın sonunda Batman’in belini kırar ve sakat bırakır. Gotham Şehri savunmasız ve çaresizdir, çünkü en büyük koruyucuları (her ne kadar nefret etseler de) artık yoktur ve şehir, Bane’in ellerine teslim olur. Bu sırada St. Dumas tarikatinin üyesi olan Azrael (nam-ı diğer Jean-Paul Valley Jr.), Batman kostümünü giyer fakat Bruce Wayne’in mantalitesinden çok uzak bir Batman portresi çizmeye başlar. Knightfall hikayesi, onlarca çizgiromana ve onlarca sayıya yayılmış devasa bir story arc’tır ve Knightquest ve KnightsEnd ile 1993 ile 1994 arasında üç büyük hikayenin başlangıcıdır. Nolan’ın Knightfall’ı nasıl sinemaya taşıyacağı merak konusuydu. Çünkü Knigtfall hikayesinde Bruce Wayne, aylarca sakat kalmış ve depresyona girmiştir. Dönüşü ise onlarca sayı sürmüştür. Daha önce de St. Dumas tarikati, Azrael gibi karakterlerin adı bile geçmediği için, Batman’in boşluğunu kimin dolduracağı merak konusuydu. Derken kadroya Joseph Gordon-Levitt katıldı. Önce, kendisinin yüz hattı olarak Heath Ledger’a olan benzerliğinden ötürü, bir Joker cameo’suyla karşı karşıya olduğumuzu düşündük fakat Nolan’ın kararı kesindi, hiç kimse, Ledger’ın oynadığı Joker karakterini üçüncü film için canlandırmayacaktı. Joseph Gordon-Levitt’in bir polis memuru rolünde olduğu öğrenildiğinde ise, kendisinin Nolan’ın Batman evrenindeki Azrael’in karşılığı olduğu düşünüldü. Karakterin Joker’le ilişkilendirilmesi ise hala bitmemişti, çünkü Lewitt’in canlandırdığı bu polis memurunun adı John Blake idi. John Blake, Batman çizgiroman tarihinde sadece bir sayıda çıkmıştı, 1944 yılındaki bir Batman sayısında, Joker’in karnesini çalıp ağlattığı çocuk (o yıllarda kötü adamlar böyle işler de yapardı) John Blake idi. Bu ince ayrıntının ardından hep karakterin Joker ile bir ilgisi olabileceği düşünüldü, bu da film için heyecanımızı bir kat daha arttırdı. Bir yandan da John Blake’in polis müfettişi olması, çizgiromanlarda da aynı şekilde daha sonra polislik yapan eski Robin yeni Nightwing, Dick Grayson’ın Nolan evrenindeki yansıması olabileceği düşünüldü. Ardından Nolan, John Blake karakterinin hikayede çok önemli bir yeri olduğunu da açıklayınca, gözler bu gizemli karaktere çevrildi. Derken Marion Cotillard, Miranda Tate rolü için kadroya dahil edildi. Nolan’ın tıpkı diğer büyük yönetmenler gibi fetiş oyuncuları olduğunu biliyoruz, özellikle Micheal Caine, Christian Bale gibi isimler, Nolan’ın filmlerinin büyük bir kısmında boy göstermişlerdi. Bu filmde ise Inception’da rol almış olan beş oyuncu (Micheal Caine, Joseph Gordon-Levitt, Tom Hardy, Marion Cotillard, Cillian Murphy) vardı. Bu da The Dark Knight Rises’ı bir Inception Reunion’a dönüştürmüştü. Hikayenin bazı ayrıntıları gelmeye başladı, film, The Dark Knight’tan 8 yıl sonra geçecekti. Bu ayrıntı üzerine sayfalar dolusu teoriler üretildi. Daha sonra filmin ilk görüntüleri ve Bane karakteri görücüye çıktı. Şahsen, Bane’in maskesinin tasarımı inanılmaz hoşuma gitmişti. Bane’in çizgiromanda taktığı güreşçi maskesi, Nolan’ın Batman evrenine yakışmayacaktı, fakat böylesine yaratıcı bir tasarımı uzun zamandır herhangi bir filmde görmemiştim. Ardından ilk fragman yayınlandı, Müfettiş Gordon, hastahane yatağındaydı ve zor konuşuyordu. “Kötülük yükseliyor” diyordu “Batman geri dönmeli” diyordu. Bunlar da bize ufak ipuçları vermeye başlamıştı. Derken son 1 yıllık bekleyiş başladı ve ardı ardına yayımlanan fotoğraflar, fragmanlar, müzikler derken 1 yıldır neredeyse her şeyini takip ettiğim film gösterime girdi.



Öncelikle biraz Nolan’ın Batman evreninden ve yarattığı üçlemeden bahsetmek istiyorum. Nolan, Batman filmlerine el atmadan önce, sinemada Batman, tam bir soytarı haline gelmişti. Joel Schumacher’in yönettiği iki film (Batman & Robin ve Batman Forever) ile dibe batan kara şövalye, bir reboot’a gidecekti. Bu reboot için anılan yönetmenler arasında Darren Arofonsky de vardı. Fakat Nolan, diğer yönetmenlerin arasından sıyrılarak Batman’e el atmaya ve hak ettiği saygınlığı ona geri vermeye karar verdi. İyi ki de öyle yaptı. Nolan filmleri, sırtını görsel efektlere yaslayarak içi boş felsefelerle insanların gözünü boyamak yerine, akla dayalı senaryolar ve minimum bilgisayar efektiyle senaryonun bütün inceliklerine dikkat çeker. Bu açıdan Batman’in de bu stilden nasip alması kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Tim Burton ve Schumacher’in filmlerindeki daha fantastik ve çizgiromanvari öğelerle bezenmiş Batman’lerin aksine, Nolan’ın Batman’i ayakları yere basan, “gerçek hayatta Batman nasıl olurdu?” sorusunun cevabını arayan ama yine de çizgiromanın stilizeliğinden de kopmayan bir karakterdi. 2005 yılında Batman Begins vizyona girdiğinde, pek kimsenin dikkatini çekmedi. Çünkü Schumacher’in yerin dibine batırdığı Batman’den sonra insanların ağzında kalan o acı tat, bu filme ön yargıyla yaklaşılmasına sebep olmuştu. Fakat Nolan’ı bilen ve onun Batman’ini görmek isteyen insanlar ise hayal kırıklığından çok uzak bir yerlerde, Batman’in hakkı olan filmi gördüklerini söylediler. Batman Begins, daha önce sinemada anlatılmamış olan Bruce Wayne’in Batman personasına bürünmesini anlatıyordu. Ve o kadar doğru yapıyordu ki bu işi... Nolan’ın referans noktası Batman’in ünlü orijin hikayesi Batman: Year One idi (hikayesini 300’ün de hikayesini yazan ve Sin City’yi yaratan Frank Miller yazmıştı) ve bu referansı mükemmel kullanıyordu. Year One hikayesinde kültleşmiş bazı imgeleri araya serpiştirerek, sinemada görüp görebileceğimiz en iyi orijin hikayesini sundu bize. Nolan’ın realistik stiline en uygun çizgiroman karakteri de Batman olabilirdi zaten. Çünkü Batman, asla bir süper kahraman olmamıştır. Bruce Wayne’in sınırsız mali imkanları sayesinde pahalı ve kullanışlı oyuncaklara sahip, dedektiflik ve dövüş konusunda uzman maskeli bir intikamcıdır aslında. Nolan da bunu anlatmaya çalışmıştır Batman Begins’te, yeterince para ve eğitim ile, herkes Batman olabilir. Tim Burton’ın 1989 yapımı Batman filminden beri çizgiromanı takip etmeyen insanlar arasında yanlış bir inanış olarak yer eden “Bruce Wayne’in ailesinin katili Joker’dir” düşüncesi yine bu yanlış inanışa kurban gitmiş insanlar tarafından şiddetle karşı çıkılsa da Nolan, Batman’e hakkı olan saygınlığını geri verirken, orijin hikayesine sıkı sıkıya bağlı kalmaktan da geri kalmadı. Wayne’in ailesini öldüren sıradan bir soyguncuydu ve filmde de bunu Nolanvari bir şekilde görmek inanılmaz keyif vermişti. Filmin düşmanları R’as Al Ghul ve Scarecrow idi (Carmine Falcone’yi de düşmandan sayabiliriz gerçi). R’as Al Ghul, Batman’i Batman yapan adamdı ve daha önce hiçbir Batman uyarlamasında bu önemli karakteri görememiştik. Aynı şekilde Scarecrow da, filmin ana teması olan “korku” için biçilmiş kaftandı. Dr. Jonathan Crane’i canlandıran Cillian Murphy, bu işi hakkıyla yerine getirmişti. Year One’dan hatırladığımız yarasaların binayı saran polisleri şaşırtarak Batman’e yardıma gelmesi (sonik ses dalgaları yardımıyla) ve Batman’in yarasaların yardımıyla kaçmayı başarabilmesi, atın üstünde korku salan Scarecrow gibi imgeler, filmde de yer bulmuştu. Batman’in çaylaklık döneminden nasıl Kara Şövalye’ye yükseldiğini muhteşem bir şekilde anlatmıştı. Christian Bale, muhteşem bir Bruce Wayne performansı sergiliyordu, aynı şekilde; Alfred Pennyworth için seçilen Michael Caine ve Jim Gordon için seçilen Gary Oldman da hem karakter seçimleri olarak hem de performans olarak muhteşemdi. Filmin sonu ise, yine Year One’a selam çakıyordu; Gordon, şehirde terör estiren yeni bir suçludan bahsediyordu, geride kartlar bırakan ve Joker denilen bir manyak. Batman, bununla ilgileneceğini söylüyor ve film bitiyordu. Bazıları, bunun 1989’daki Batman’e bağlanan bir prequel olduğunu söylediler, fakat kazın ayağı öyle değildi. 



Nolan, devam filmi The Dark Knight için, The Prestige’den sonra kolları sıvamıştı. Bu kez, sinema tarihinin en unutulmaz performanslarından biri olacak olan Joker, filmin ana düşmanıydı ve yalnız değildi, Two Face’ten de bahsediliyordu. Nolan’ın bu sefer referans aldığı Batman öyküleri The Long Halloween ve The Killing Joke idi. The Long Halloween, Batman’i Godfather sosuyla servis eden bir Harvey Dent hikayesiydi. Harvey Dent’in nasıl Two Face’e dönüştüğü trajik bir biçimde anlatılıyordu (bu mini serinin ilk sayısının ilk sayfası da, The Godfather’ın ilk filminin açılışına bir saygı duruşu gibi başlıyordu, I believe in Gotham (I believe in America’ya bir gönderme)). The Killing Joke ise, Müfettiş Gordon’ın yeğeni, eski Batgirl Barbara Gordon’ın Joker tarafından belinden vurularak felçli bırakılmasını (daha sonra Oracle ismiyle Batman’e yardım edecektir) ve Jim Gordon’u delirtmeye çalışmasını anlatıyordu. Çünkü Joker’e göre, yeterince kötü bir gün geçiren herkes delirebilirdi. Gerçekten de Gordon, delirmenin eşiğine geliyor fakat Batman tarafından kurtarılıyordu. The Killing Joke, 70’li yıllardan sonra karakterinde radikal değişimler geçiren Joker’i yine o eski karanlık ve kötücül haline sokuyordu. Fakat 1989 çıkışlı Burton’ın Batman’inde Jack Nicholson tarafından canlandırılan Joker’den sonra, yeniyetme sayılacak genç oyuncu Heath Ledger’ın Joker seçilmesi, bazı Batman hayranlarını ayağa kaldırmıştı. Onlara göre Nicholson’dan daha iyi bir Joker performansı olamazdı ve Ledger’ın bu Joker “denemesi” hüsranla sonuçlanacaktı. İlk fragmanlar yayınlanmaya başladıktan sonra ve Joker ilk kez görücüye çıktıktan sonra bu önyargılar biraz olsun kırılmıştı fakat yine de şüpheler devam ediyordu. 2008 Temmuz’unda The Dark Knight sinemalara geldiğinde, insanlar unutulmayacak, efsanevi bir Joker performansı izleyeceklerini düşünmüyorlardı. Heath Ledger, bu işin üstesinden öyle başarıyla gelmişti ki, Nicholson’ın Joker’i, Ledger’ın Joker’inin yanında komik bir palyaço gibi kalıyordu. Tıpkı olması gerektiği gibi karanlık, psikopat ve acımasız bir Joker vardı karşımızda. Ve elbette ki The Long Halloween esintileri taşıyordu film, Harvey Dent ile tanıştırıyordu bizi. Hevesli, idealist bir bölge savcısı. Ve film boyunca Dent’in Gotham’ın Ak Şövalye’liğinden bölünmüş şizoid kişilikli Two Face’e dönüşmesi başarıyla anlatılmıştı. Bu filme Bruce Wayne’in Batman kimliği ile Bruce Wayne kimliği arasında sıkışıp kalmasını ve buhranlarını izliyorduk. Şehri kaosa sürükleyen Joker’i alt etmeye çalışırken, bir yandan da sevdiği kadın Rachel Dawes’ı kaybetmesiyle iyiden iyiye bunalıma sürüklenen Wayne, bölge savcısının da psikopat bir caniye dönüşmesiyle tamamiyle umutlarını kaybediyordu. Joker’in insanları koltuklarına mıhlayan inanılmaz performansı ile unutulmazlar arasına ismini altın harflerle yazdıran The Dark Knight, serinin yükselişe geçtiği bölümdü. Ne yazık ki Heath Ledger’ın aramızdan ayrılmasıyla ve Nolan’ın açıklamasıyla bir daha Joker karakterini, en azından Nolan’ın üçlemesinde göremeyeceğimizi bilerek, final bölümünü beklemeye koyulduk.

Hiç yorum yok: